26 Ekim 2013 Cumartesi


ONAT KUTLAR'la yine geceye:

"Her yıl yeniden görününce ucu, güzün soluk kentinin, otururlar, iyice kurutulmuş çam tahtalarından günlerce rendeleyerek sağlam, geçmeleri sıkı bir tabut yaparlardı. Geçen mevsimlerin ölüsünü koymak için. Yanıkçimenlerden, akşamın beklendiği saatlerden, ozanların kırık dizelerine bulaşan sıkıntılardan, kireç, kuru yaprak, tüy ve gözyaşından başka bir şey olmayan ölü gövdesini bütün bir yılın. Ağustosun son sıcaklarından etkilenmesin diye hemen gömerlerdi. Üstünde güz çayırları sararsın ve izi belli olmasın diye. Hiçbir zaman.

Nedense hep başka bir şey olacağını sanırdık. Çünkü yaz, önceden kestirilemeyen fırtınalar, ağır sıcakların öfkesini cızırtıyla söndüren zamansız yağmurlarla tedirgin, sinirli ve huzursuz geçerdi. Ama sonra biterdi hepsi. Bir içdeniz kadar sessiz ve durgun olurdu avlu, ülke ve yeryüzü. Bir süre öylece dururduk. Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları. Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan “gelecek”. Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka. Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden.

Öylece dururduk, kaygılı, sabırsız. Yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkuluklar, cansız kollarıyla bir krater gölünü gösterirlerdi. Orada, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu çırpıntısız, bulanık bir su olurdu. Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık. Kafesin açılmasını bekleyen çok yaşlı bir papağan sesiyle.

Böylece bir yıl daha geçerdi ve biraz daha egemen olurdu güz yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik. Öğrenirdi tenimiz günün renklerine uymayı. Ağzımızı kapadıkça kazandığımızı sezer gibi olurduk. Geleceğin yüksek duvarı önünden, arkasındakileri merak etmeksizin geçmeye alışırdık. Sabahı gazetelerin demir parmaklıklarla örtülü garip ve dar pencerelerinden karşılamayı öğrenirdik. Günün tanrılarına ekmeğimiz ve ihracat payımız için şükretmeyi. Yaşamın kolayca değişmeyeceğine inanmaya başlardık. Büyüklere sorgulu ve sessiz gözlerle bakan çocukları, kadınları, yoksulları görmemeye çalışırdık. Gelen her güzle önümüzdeki duvar biraz daha yükselirdi. Zaman zaman aramızdan birileri çıkardı. Ozan, soytarı, bilge ya da çılgın. Yüreklerindeki ölü ozanın sesini bastıramaz ve “bahar isyancıdır” diye bağırırlardı. “Güz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Aşacağız duvarlarını geleceğin. Biz çok eski ve çok genç bir halkız. Kimse durduramaz ırmağını zamanın.” Üstümüzden uçuşan polen tozlarının ve kurşunların peşine takılır, güz yasalarını aşarlardı. Duvarı geçip geçemediklerini ise hiçbir zaman bilemezdik. Başucumuzda sadece suretleri kalırdı.
Keskin bakışlı gözcüler, kül yığınlarının gittikçe arttığını söylerdi.
(...)
Ve işte yine Eylül. Geleceğin duvarı önünde duruyorum, kaygılı, sabırsız. Üstümden küçük kuşku tohumları karışmış altın renkli polenler uçuyor. Bir türlü bastıramıyorum yüreğimdeki ozanın sesini: "Bahar isyancıdır..."

DE YAYINEVİ, Kasım 1986
 — TC Filiz Kutlar ile birlikte.
4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder